Meşhur Yunanlı Hatip Demosthenes, bir gün Atina’daki bir toplantıda konuşmak için kürsüye çıktığında, ahali aralarında konuşmayı bırakıp gürültüyü kesmedi.Bunun üzerine Demosthenes halka hitaben şöyle dedi:
-“Size yalnızca iki cümlecik söyleyeceğim.”
Sözünü tamamlar tamamlamaz da, bir fıkra anlatmaya başladı:“Vaktiyle bir Atinalı bir yere gitmek için bir eşek kiralamış.Eşeğini kiraya veren adamda aynı yere gideceği için beraberce yola koyulmuşlar.Tam yolun ortasına geldiklerinde bir sıcak basmış.Dinlenmek için mola vermek zorunda kalmışlar.Fakat ortalıkta hiç gölgelik bir yer yokmuş.Eşeğin asıl sahibi hemen eşeğin gölgesine sığınmış.Bunu gören adam hemen hiddetlenmiş:
-“Oraya oturmak benim hakkım” demiş.
-“Niçin?”
-“Çünkü eşeğini kiraladım ben!...”
-“Ama ben eşeğin gölgesini kiraya vermedim ki! ”
Derken aralarında muazzam bir kavga çıkmış…Demosthenes, sözün burasına gelince, hemen kürsüden indi.Halkın :
-“ Sonra ne olmuş,Anlatsana” diye bağırması üzerine, tekrar kürsüye çıktı:
-“Ey ahali” dedi.
-“Sizin iyiliğiniz için bir laf edeyim dedim,dinlemediniz ama bir eşeğin gölgesini nasıl da merak ediyorusunuz…”
Hikâye böyle.Artık bir eşeğin gölgesi hakikatin üzerine bir karanlık gibi çöküyor. Eşeğin gölgesini merak edenler başka bir şey dinlemek istemiyor.(1)
Umut ve umutsuzluğun birbiri peşi sıra geldiği,umudu taze yaşarken umutsuzluğun aniden hortladığı bir zamanda yaşıyoruz.Toplumsal süreç,her şey iyi gidiyor gözükürken sürpriz bir gelişme ile olumsuzlanabiliyor.Geleceğe yönelik olumlu beklentileri olumsuzlayanın ne olduğu anın şaşkınlığı içinde pek doğru anlamadan,ortalık yine akademisyenler ve siyasilerin özgün (!) önerileri ile doluyor.İçsel olguların göz ardı edildiği toplumsal paranoyaya dönüşen akıldışı bir neden ve çözüm yolları üretme yarışı başlıyor.Durumun nesnel tespitini olanaklı kılan birikimlerin sığlığı yerini mistikleştirilmiş bir halkın akıl dışılıklarıyla doldurularak sorunlar açıklanmaya çalışılır. Sorunun tarihle ilişkilendirilmesi de genellikle soyut, abartılmış olgular yığını üzerine oturtulmuş,“Biz bize benzeriz.”mantığı ile gerçekleştirilir.Böyle olunca,tarih tümüyle bugünün ve geleceğin bir tuzağı olup çıkar. Geleceğe ilişkin umut, tarihin kahramanları ve başarılarından beslenirken, umutsuzluk bugünün içinde saklıdır.Böylesi bir akıldışılık ve şaşkınlık ortamında tarihin nesnel oluş süreçlerine ilişkin hiçbir alan bırakılmaz.(2)
Bir kriz,hatta daha doğrusu bir “panik” anında yaşamakta olduğumuz üzerine çok şey söylendi, çok şey yazıldı.Sırtımızı dayadığımız duvarlar yıkıldı.Ayağımızı bastığımız zeminler yıkıldı.Elimizde tuttuğumuz haritalar yırtıldı.Sıkı baş dönmeleri yaşadık.Yön ve gerçeklik duygumuzu yitirdik.Hepsinden önemlisi bütün bu karmaşa içinde sözün gücüne duyduğumuz o köklü inancı yitirdik.Konuştuk konuşmasına, yazdık yazmasına ama ağzımızdan ve elimizden dökülen sözler ile yaşadığımız hayat arasındaki boşluğu bir türlü dolduramadık. (3)
Bu modernite hali,“Hesapçı düşünme biçimi”nin,“Tamamen teknolojik bir nitelik taşıyan ve tek derdi dünyaya insan iradesini dayatmak olan bir düşünme biçiminin tahakkümü” altındaki “Ruhsuz” bir dünyadır.
M. HEİDDEGGER
Küreselleşme süreciyle birlikte insanların emniyet ve telkinlik hissini sağlayan kaynaklar da çözülmeye uğramakta,millet ve aile kayıplara karışmaktadır.Kenneth Gergen, insanın tam olarak hangi çekirdek öze sadık kalması gerektiğini hatırlamanın gittikçe güçleştiğini,sahicilik idealinin ucundan bucağından yıprandığını,içtenliğin anlamının yavaş yavaş belirsizliğe gömüldüğünü yazmaktadır.(4)
Tüketim toplumu insan ilişkilerini de metalaştırmakta ve “kullan at” anlayışı giderek insan ilişkilerinin doğasını bozmaktadır.“Kullan at” toplumunun anlamı sadece üretilmiş malları atmak değildi; aynı zamanda değerlerin, hayat tarzlarının,istikrarlı ilişkilerin,öğrenilmiş tarzlara bağlılığın da atılabilmesi anlamını taşıyordu.(5)
İçinde yaşadığımız günlere damgasını vuran yaşantı tarzının “parçalanma” olduğu su götürmez bir gerçek.Bu parçalanmanın en net görüldüğü yer ise,kuşkusuz “kamusal alan”dır.(6)
Günümüzde kamusal alan uzam olarak gittikçe genişlerken,işlev itibariyle gittikçe güçsüzleşmektedir.(7)
Küresel çağda kamusal alan da kaybolmaya yüz tutmuştur.Toplumsallık mahrem hale gelirken kitle iletişimi kamusal alanın ne olduğu duygusunu,nerede başlayıp bittiğini telkin etmektedir.Ekran şöhretleri ile her gün birkaç saat geçirmek kamusal alana çıkmaya bedeldir. Küreselleşme insanları yurtsuzlaştırdığı,köksüzleştirdiği için insanlar giderek duvarlar örmeye başlamışlardır.“Komşunu kendin gibi sev” düsturu unutulmuş,evler muhkem şatolara dönüşmüştür.Küreselleşen dünyada insanlar yurtsuz ve yalnız kalmış,sosyal dayanışmaların ve onlarla birlikte bireysel hayatın ötesine uzanan sonsuzluk yapılarının hoyratça sökülüp atılması,bireyi kendi kaçınılmaz yok oluşundan duyduğu korkuyla baş başa bırakmış.Küresel serbest ticarete giden yolun bir yerlerinde milli cemaatin anlam verici işlevi ortadan kalkmış ve bireyler kendi yaralarını kendileri sarmaya ve korkularını bir köşeye çekilerek tek başlarına gidermeye terk etmişlerdir.(Z.Bauman;Küreselleşmenin toplumsal sonuçları) İnsanlar artık etkin bir âmil değil,anlamlandıramadıkları süreçlerin pasif kurbanlarıdır.(
Marshall McLuhan,“Kamu”yu yaratan basım teknolojisinin tersine,elektronik teknolojinin “Kitle”yi yaratmış olduğunu söylemişti.(9)
Gerçekten de başta televizyon olmak üzere,elektronik teknolojinin en önemli sonuçlarından birinin,bir tür “Sanal Kamu”nun ortaya çıkması olduğunu söyleyebiliriz. Bu “Umberto Eco”nun sözleriyle;“Temsil güçlerini yitirdiklerinden,eylemde bulunmayan,sadece kendilerinden zaman zaman halk rolünü oynamalarını istenen,dolayısıyla esasında“Teatral bir kurgu”niteliği arz eden,oldukça tuhaf bir “kamu”dur.Asli işlevi eylemek değil, izlemek olan bu “kamu”, ne yazık ki, artık sadece bir bilim-kurgu yazını ürünü değil; tam tersine, giderek bilim-kurgu yazınında anlatılan dünyalara daha çok benzemeye başlayan modern hayatın açık bir gerçeği haline geldi.” Bu “Sanal Kamu”nun en önemli özelliklerinden biri ise, “kamu” sözcüğünü ortadan kaldıracak ölçüde parçalanmış olması; dolayısıyla da “merkezsiz” bir yapılanma arz etmesidir.“Kamu” denilen şey,gittikçe kurgusal bir var oluş tarzı sergilemeye başladıkça, doğal olarak, kurgu odaklarına bağlı bir biçimde,kurgulanan “Kamu”lar da, gittikçe çeşitlenmeye başladı.Başka bir ifade ile “Kamu” sözcüğünün içeriği boşaldı.“Kamu” denilen şey, artık herkesi ya da çoğunluğu kapsayan ortak bir zemin değil; tam tersine,herkesin,kendisini ait hissettiği özgül bir “Kamu”dan söz edilebildiği kaygan bir zemin haline geldi.Böyle bir parçalanma durumunda,özne kavramının da,yoğun bir kimlik krizi içine düşüp parçalanması elbette kaçınılmaz bir sonuçtu.Doğal olarak, modernitenin şafağındaki,o tüm toplumsal aidiyetinden soyulmuş,çıplak,ancak öz güvenli “Kartezyen Özne”(Varlığı kendinden yola çıkarak tanımlayan,kendisini tek referans noktası alan özne) aynı modernitenin alacakaranlığında, yerini hızla,merkezini yitirmiş,kararsız,“post-modern özne”ye;“Hakikat” ya da “Gerçeklik” diye bir şeyden söz edebileceğimiz hiçbir zeminin kalmadığına,hatta böylesi sağlam zeminleri - ne bugün ne de yarın–asla bulamayacağımıza inanan;her şey bir yana,en başta kendi “hakikati” ya da “Gerçekliği” üzerine soru işareti koyan son derece tedirgin bir “özne”ye bıraktı.(10)
Horkheimer,kültürün,insan bireyselliğini ortadan kaldıran bir belirlenim olduğunu söylemişti.Bireyi edilgin bir kültür tüketicisi durumuna getiren kitle kültürü sanat,eğlence, dinlenme,boş zamanları değerlendirme gibi yaşam pratiklerini tüketim eylemine dönüştürüyor. Sanat,dinlenme,eğlence metâlaşırken,bireyin bunlar karşısındaki eylemleri de doğal olarak tüketim eylemi oluyor.(11)
Kitle kültürü insanın bu etkin ve bilinçli yaşam pratiklerini bireysel değil kollektif, etkin değil edilgin,bilinçli değil bilinç-dışı birer faaliyet durumuna getiriyor.(12)
Benlik günümüz toplumlarında her kalıba girmekte,bir ömür boyu büyük değişimler geçirebilmekte,bir kişilikten diğerine seğirtebilmektedir.Benlik artık bir sürekliliği olan kararlı bir organizma değil,kendini şimdiki zamanda nasıl tanımlıyorsa öyle olan bir şeydir.Küresel iletişim çağında kişiye teklif edilen çok sayıda yaşam tarzı vardır.Sayısız uydu ve kablo TV kanalı bir insan olmanın nasılına dair sayısız seçenekler sunmaktadır.(REQUİEM for a dream filmi buna çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir.) Benlik belirsizdir;Her türlü benlik mümkündür ve kendini yaratma süreci asla bitmez yollu cümleler post-modern kimlik sorunlarını özetleyen ifadelerdir.Günlük hayat bu önermelerin gerçekten de başka kanıt gerektirmediği ve aksiyom olarak kabul edilebileceği görüşünü destekleyen bir çok veri sunmaktadır:“En son moda markanın ve ya rock grubunun ayaklı ilan panosu haline gelmiş gençler,sanal sohbet odalarının ve siberseksin gördüğü rağbet,mankenlere verilen “mega” statüsü,işletmecilik ve siyasette imaj derslerinin zorunlu hale gelmesi bu veriler arasında sayılır.”(13)